tarih : 2018 Thursday 12 Jul
şifre 43345

Prof. Dr. M. Seyfettin Erol

Yeni Türk Dış Politikasının Doğu-Batı Boyutu: Nasıl Bir Gelecek?

Türk dış politikasıyla ilgili olarak üzerinde en çok tartışılan mevzu, onun bundan sonraki süreçte izleyeceği “yön” ile ilgilidir.
Aran Haber Agency:  Zira düne kadar tartışmasız bir şekilde kabul edilen “Her şeye rağmen Batıcılık” anlayışına başta “Avrasyacılık”, “Asyacılık”, “Türk-İslam Birliği” gibi çok ciddi rakipler/alternatifler söz konusudur. Değişen dünya ya da konjonktür bunu Türkiye’ye adeta dikte etmektedir.
Nitekim gelinen aşama itibarıyla yaklaşık olarak son iki yüz yıllık tarihimizde önemli bir yere tabi olan Batı ve bu bağlamda Batıcılık düşüncesi ilk defa bu denli bir kan kaybı içindedir.    Türkiye ve Türk dış politikası üzerindeki eski gücünü, etkisini, cazibesini yitirmeye başlayan ve yeni bir değerlendirmeye tabi tutulan Batı/Batıcılık; tam tersi bir rol üstlenmiş bulunmaktadır. Bugün itibarıyla Batı/Batıcılık; dünyanın birçok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de “karşıtı” grup, düşünce ve hareketlerin ortak birleştiği adrestir.
Bu değerlendirme sürecinde Batı’nın eski gücünü kaybetmesi ve Doğu’nun yeni bir cazibe merkezi olarak ön plana çıkması etkili olmakla birlikte; asıl önemli gelişme, Türkiye’de yaşanan zihniyet değişimi ve bunun iç dinamikler bağlamında kendisini gösteren etkisidir. Türkiye’de A’dan Z’ye yaşanan değişim ve dönüşüm süreci ve bunun arkasındaki iradenin kararlı, istikrarlı ve tutarlı görüntüsü bunun en temel göstergesidir. Bu husus, Batı açısından asıl endişe kaynağı olarak kabul edilmektedir.
Batı, Türkiye’de en güçlü olduğu dönemden itibaren kaybetmeye başlamıştır. Gücün vermiş olduğu pervasızlık, vurdumduymazlık, şımarıklık ve haddi aşan müdahaleler beraberinde bir uyanmaya da yol açmıştır. Bu bağlamda 1960 bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir. 1960’ta olası bir eksen kaymasının önüne geçtiğini zannedenler yanılmışlardır. Zira 50’li yılların sonuna doğru kararını veren Türk devlet aklı, her ne pahasına olursa olsun kararını vermiştir.
Nitekim rahmetli Adnan Menderes ile başlayan, yine rahmetli Turgut Özal ile önemli bir dönüm noktası yaşayan süreçte Türkiye artık önemli bir kırılma anına şahitlik etmektedir. 16 Kasım 2001’de “Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı” ve sonrasında 2002’de “Türkiye-Rusya-İran Üçlüsü” bağlamında ortaya konulan irade bir adım önde görülmekle birlikte, Batılı ve hatta “yeni müttefiklerimiz” bağlamında kafalarda birtakım soru işaretlerinin varlığı halen mevcudiyetini devam ettirmektedir.
Yersiz Endişeler…
“Her şeye rağmen Batıcılık” anlayışının terk edilmeye başlanması, Türkiye’yi uluslararası arenada itibarsızlaştırmaya yönelik yürütülen propagandanın belkemiğini oluşturmaktadır. Zira Türkiyesiz Batı kaybetmeye mahkûmdur. Türkiye’yi eksen kayması ile itham edenlerin ve onu cezalandırmak isteyenlerin asıl endişesi de buradan kaynaklanmaktadır.
Oysa ortada yersiz bir endişe söz konudur. Zira Türkiye, başta yeni müttefikleri (örneğin Rusya) olmak üzere, dünyanın önde gelen güçlerinin izlediği bir politikayı izlemektedir: Dengeye dayalı çok boyutlu/yönlü bir dış politika. Bu noktada yeni Türk dış politikasının hedefi çok nettir: Çok kutuplu bir dünya ya da uluslararası sistem içerisinde “dengesizliğin dengeleyici aktörü/gücü” olarak yer alabilmek.
Bu da bizi Osmanlı-Selçuklu coğrafyasına götürmektedir. Aksi takdirde Osmanlı-Selçuklu coğrafyası üzerindeki güç mücadelesi, dolayısıyla da kan ve gözyaşı bitmeyecek…
Türkiye, bunun için “Yükselen Doğu” ve “Çöküşteki Batı” arasında bir denge politikası izlemektedir. Bunun yolu da öncelikli olarak Batı lehine olan denge durumunun düzeltilmesinden geçmektedir. Yani bugün Batı’dan kayma-kopma olarak nitelendirilen husus, aslında Türk-Batı ilişkilerinin olması gereken noktaya taşınmasından ibarettir. Bir diğer ifadeyle gerçek manada bir eşitler arası ilişkinin sağlanması gayretidir.
Batı ya da Batıcılık bu bağlamda Türk dış politikasındaki denge unsurlarından biri olarak kabul görmeye başlamıştır. Yani, artık başlı başına bağlı olunan bir eksen değil, kendi ekseninin inşa sürecinde yürüttüğü politikanın bir parçası…
Türkiye, bu kapsamda her şeye rağmen Batı ile güvene dayalı bir ilişki arzu etmektedir. En başından itibaren de böyle olmuştur. Güvene dayalı ilişkiler ile birlikte kaybolan gücün tesisi ise burada esas çıkış noktasını oluşturmuştur; aynen Rusya ve birçoğumuzun “Deli” olarak adlandırdığı fakat gerçekte çok akıllı bir çar olan Petro örneğinde olduğu üzere. Fakat Batı’nın meşhur kaypaklığı en azından Türkiye boyutunda buna hiçbir zaman için müsaade etmemiştir.
“Yükselen Doğu” ve “Çöküşteki Batı”nın Asıl Korkuları…
 “Yükselen Doğu” ve “Çöküşteki Batı” açısından ortak endişe; Türkiye’nin, Türk-İslam dünyası adına yeni bir güç merkezi olarak uluslararası sistemdeki ya da “Yeni Yalta Düzeni”ndeki yerini alacak olmasıdır. Doğu’dan ve Batı’dan Türkiye’ye yönelik endişe ifadelerinin temelinde yatan gerçeklik budur. Güçlü ve bağımsız bir Türkiye, her iki tarafın da menfaatine uygun görülmemektedir.
Fakat ne kadar kaygılı olurlarsa olsunlar, her iki taraf da en azından mevcut şartlar altında Türkiye ile dengeli bir siyaset izlemeye mecburdurlar. Dolayısıyla denge politikası izleme mecburiyeti sadece Türkiye açısından geçerli değildir.
Her iki tarafın artık şunu anlaması ve kabul etmesi gerekmektedir: Tarihsel kodlara dönüş sürecinde Türkiye de kendi asli mecrasına yönelmektedir. Bu mecraya dönüş dünyada gerçek manada bir barışın tesisi açısından kaçınılmazdır.
Türkiye, konjonktürün kendisine sağladığı fırsatı değerlendirmek istemekte ve bu kapsamda “Yükselen Doğu” ile “Çöküşteki Batı” arasında kendisine bir manevra alanı oluşturmak suretiyle “Üçüncü Güç Merkezi”ni inşa etmek istemektedir. Dolayısıyla Türkiye açısından Doğu-Batı arasındaki dengesizliği dengelemeyi hedefleyen bir “Üçüncü Yol” süreci söz konusudur. Bu süreç, biraz ağır olsa da işlemektedir. Bundan kimsenin şüphesi olmasın!
  • yazılmış
  • ...de 2018 Thursday 12 Jul
  • tarafından مدير سايت Aran News
N: tr-tr,Keyword_Content